Kırlangıçlar,

Lutfi Bilir

İlkbaharın ilk günleriydi. Etraf, yani dağlar, tepeler sonsuz uzunlukta bir halı gibi yeşille bezeniyordu. Otlar, çiçek sapları mikron mikron boy vererek, toprağın yüzeyini gün geçtikçe daha koyuya çalan bir yeşile boyuyordu. Kış boyunca, diz boyu karın altında kendilerine gerekecek her türlü besini ve suyu depolamış olsalar gerek ki, ilkbaharın başlangıcından itibaren boy sürmeye başlamışlardı. Toprak ana, kabaran memeleriyle emzirmiş olmalıydı onları. 

Tepelerin yamaçlarına, çok uzaktan bakınca hayal meyal görünen ve sıra sıra,  yan yana dizilmiş köy evleri çağrışımı yapan arı kovanlarına her gün yeni bir kovan sırası daha ekleniyordu. Ben buralarda, yani Bingöl’ün bu haşin vadisinde, böylesine yeşil bitki örtüsüyle karşılaşacağımı hiç mi hiç tahmin etmemiştim. Her taraf çiçek tarlasıydı sanki.

Burası, en yakın ilçeye kırk kilometre uzaklıkta bir baraj şantiyesiydi. Şantiyeye gelinceye kadar bir dolu köyün içinden, yakınından ya da yamacından geçip geliyorduk. Yolun iki yanı, yaz-kış yapraklarını dökmeyen meşe ağaçları ile kaplıydı. Hatta Orman İdaresi tarafından, belli bir amaca yönelik seyreltmeler yapıldığını da söylemişti oralarda yaşayanlardan birisi.

Ülkemizin sayılı büyüklükteki barajlarından birini yapıyorduk. Baharın ilk günleriyle beraber kırlangıçlar da geldi. Montaj yaptığımız geniş ve nispeten serin santral binasının içinde, ilk önce keşif uçuşları yaptılar. Sonra da yuva için en uygun çamuru nerede bulacaklarının araştırmasını yapmış olsalar gerek ki, bir iki gün içinde, binanın devasa boyutlardaki kirişlerinin duvarla birleştiği alt köşelerine yuva yapmaya koyuldular. Her yuvayı bir çift kırlangıç inşa ediyordu. Bunlar, öyle sanıyorum, binlerce kilometrelik göç esnasında yan yana uçan, yol boyunca tanışan ve birlikte bir yuva yapmayı kararlaştıran çiftlerdi. 

Gün boyunca durmaksızın birlikte çalışıyorlardı. Çevrede buldukları kendi inşaatlarına uygun vasıftaki killi çamuru, küçük kepçelere benzeyen gagalarına alıyorlar, yine ağızlarındaki o özel yapıştırıcı salgı ile kararak, zihinlerindeki inşaat projesine uygun imalatlarını gerçekleştiriyorlardı. Santral binasının, her tarafı gören hâkim bir yerine oturup, hem aşağıdaki mekanik montajı takip ediyordum hem de kırlangıçların hummalı çalışmalarını. Bir hafta sürdü kırlangıçların inşaat çalışmaları. Bir hafta sonra o gölgelik alana elliye yakın kırlangıç yuvası inşa edilmişti. 

Yuvalar tamamlandıktan sonra santral içerisinde uçan kırlangıç sayısı azalmıştı. Belli ki çiftlerden biri sürekli yuvada kuluçkadaydı. Yaklaşık üç hafta sonra, bu düzinelerce yuvalardan ince, zayıf ve cılız yavru sesleri de gelmeye başlamıştı. Şimdi kırlangıçlar yuva yaptıkları dönemden daha çok ve daha cansiperane çalışıyorlardı. Dakika yoktu ki, eşlerden birisi yavrulardan birinin ağzına bir böcek ulaştırmasın. Bir dokuma tezgâhının mekiği seriliğinde gidip geliyorlardı yuvalarına. Haftalar sürdü bu onurlu ve gönüllü uğraş.

Bir sabah, santral binasının o hâkim noktasına geldiğimde, kırlangıçları faklı bir telaş içinde buldum. Kırlangıçların hiç biri yuvalarına yiyecek taşımıyorlardı. Santralın orta yerinde kümeleşerek uçuşuyor, uçuşurken de, hep bir ağızdan bir şeyler konuşuyorlardı. Santral binası kırlangıç sesleriyle yankılanıyordu. Bu gün anlamadığım farklı bir telaşları vardı. Bu, birbirine karışan cıvıldaşma yaklaşık yarım saat sürdü. Yarım saat sonra hep birlikte, bir yuvanın önüne kümeleştiler. Yine hep bir ağızdan bir şeyler konuşuyorlardı. Kümeleştikleri yuvanın ağzında yeni yetme bir yavru onları dinliyordu. Ama sesler, bağrışmalar daha da artarak devam ediyordu. Hep bir ağızdan yuvanın ucundaki yavru kırlangıca bir şeyler söylüyorlardı. 

Yakarış mı, yoksa moral yüklemesi mi desem, bu gürültü en az on dakika kadar sürdü. Yuvanın ağzındaki yeni birey gerekli cesareti toplamış olacak ki kendini boşluğa bırakarak kanatlarını açtı. İstisnasız tüm kırlangıçlar, ilk uçuşunu gerçekleştiren yavruyu ortalarına alıp, yine çığlıklar atarak santral binasının ortasında küme halinde daireler çizmeye başladılar. Bu hengâme üç-beş dakika devam ettikten sonra orta yerde yine bir kaynaşma başladı. Sürekli bağırarak uçuyor, konuşuyorlardı. Bir süre sonra başka bir yuvaya yöneldiler, duvarlara, tavanlara konup yine yuva ağzındaki bir başka yavruyu cesaretlendiriyorlardı. Herhalde şöyle sesleniyorlardı genç yavruya:

−Haydi yavrum sen yaparsın!

−Çok kolay, çok kolay!

−Haydi çatal kuyruk, uçmak senin için çocuk oyuncağı!

−Bak az önce şu arkadaşın nasıl uçtu kızım, sen de uçabilirsin!

−Evet evet, bak ben az önce ilk uçuçumu yaptım, çok kolay ve çok hayikabiçey!

−Korkacak bir şey yok yavrum!

−Bak hepimiz yanındayız.

−Sadece kanatlarını çırpacaksın, hepsi o kadar!

−Haydi yavrum!

−Haydi güzelim, ha gayret!

Beni bile bu denli etkileyen bu manzaranın, yuvanın ağzındaki yavruya cesaret vermemesi mümkün olabilir mi? O gün ve ondan sonraki günlerde bu seremoni devam etti gitti. Ta ki, yuvalarda hiç bir yavru kalmayıncaya kadar.

Kırlangıçlar arasındaki bu dayanışma, bu olay beni çok etkilemişti. Keşke biz insanlar da, birbirimizin çocuklarını cesaretlendirmek için böyle onurlu yardımlaşmaların içinde olabilsek diye düşünüyordum. Hem de her konuda. Her gördüğümüzde komşumuzun çocuğuna moral versek, onun “başarılı olacağına yürekten inandığımızı” ifade edip onu cesaretlendirsek. Başarılı olanları samimiyetle kutlasak. Kırlangıçlar gibi olabilsek yani. Doğadan ve doğadaki diğer canlılardan alabileceğimiz ne dersler var, değil mi dostlar?

Sonbaharın ilk ayının üçüncü haftasıydı. O sabah santral binasına geldiğimde hiçbiri yoktu. Gecenin köründe ya da sabahın ilk ışıklarında yanlarına körpe oğullarını ve kızlarını da alarak, kim bilir kaç bin kilometrelik uzun, ama öyle tahmin ediyorum, bir o kadar da zevkli yolculuklarına çıkmışlardı. Kim bilir o yol boyunca kanat çırparlarken anneyle kız, babayla oğul ve de tüm aile aralarında ne hoş sohbetlere dalacaklar, o çocuklar ilk defa görecekleri dağların, derelerin, ırmakların ya da denizlerin üzerinden geçerken anne ve babalarına ne ilginç sorular yönelteceklerdi. Bilge anne ve babalar kim bilir ne haz duyacaklardı yavrularıyla birlikte uçtukları için. O haz onlara ait, onları sevmenin, onlara değer vermenin hazzı da bize.

*Lütfi Bilir, Suzan Suzi, Berikan Yayınevi, 2021

LÜTFİ BİLİR

1956 yılında Kahramanmaraş’ta doğdu. İlkokul, ortaokul ve lise öğrenimini memleketinde yaptı. Yükseköğrenimini İstanbul Yıldız Teknik Üniversitesi Mühendislik Yüksek Okulu Makine Bölümünde tamamladı. 

Bazı öykü ve şiirleri Usare, Güzlek, Alkış ve Karadeniz Şiir Ekspresi dergilerinde yayınlandı.

Serbest tarzda yazmış olduğu şiirlerinde kalplere sevgi, umut, hoşgörü ekmeye çalışan bir bahçıvan izlenimi vardır. İnsanlardan kaynaklı bir huzursuzluk ve hüznün hâkim olduğu şiirlerinde zengin bir imge ve renk armonisi hâkimdir. Hikâyelerini yaşadığı olaylardan alan yazarın hayata umut ve sevgi dolu bakışı 

2019 yılında ilk şiir kitabı olan Nilüferler Sessiz Büyür adlı eseri yayınlandı.

2020 yılında Ey Sevgili Ah Sevgili adlı ikinci şiir kitabı yayınlandı.

Yazarın hikâyeleri Suzan Suzi adıyla 2021 yılında yayınlandı. 

Kahramanmaraş Edebiyat Sanat Derneği yönetim kurulu üyesi olan Lütfi Bilir, evli ve iki çocuk babasıdır.


sitesinden daha fazla şey keşfedin

Subscribe to get the latest posts sent to your email.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin