ADIM ADIM ADAM ARIYORUZ!*
Zekeriya Çakabey
Gazetecilik ve habercilik bizim işimiz. Zor mu zor, alabildiğine sorumluluk isteyen mesuliyeti ağır bir meslek demek doğru olur sanırım. Çünkü gazeteci, haber ve bilgi kaynağına en çabuk ulaşan ve okuyucusuna ulaştıran kişidir. Bunu ulaştırırken doğru ve güvenilir olmak zorundadır gazeteci. Güvenilir gazeteci olaylar karşısında objektif ve haksızlıklar karşısında doğrunun yanında duran insan demektir. Bu ilkelere bağlı kalmaya çalışarak yeni bir program başlattık:
“Adım Adım Adam Arıyoruz” diye. Nerede ilginç hikâyeleri olan bir adam yakalarsak hemen cipe atlayıp gidiyoruz.
Kısa süre sonra köyün birinde bir adamın ilginç hikâyeleri olduğunu duyduk. Adam öyle adammış ki, Nasrettin Hoca gibi hikâyelerinin ardı arkası bitmiyor. Gidelim mi dedik, gidelim. Biraz somun, biraz portakal, hurma aldık. O zamanlar her yerde portakal bulmak, hurma bulmak mümkün değil. Somun yalnız şehirlerde, ilçelerde olur. Ama o zamanki somunlar da burcu burcu kokar. Al somunu, kuru kuru ye!
Erkenden kalktık, şura senin bura benim diye diye iki saat yolculuktan sonra köy göründü. Sırtını çam ağaçları olan bir dağa yaslamış; suyu bol ve evlerin önünde ceviz, dut ağaçlarıyla yemyeşil görünümlü bir köy. Hele o etrafındaki meralardaki çiçeklerin renk cümbüşü, insanı alıp başka dünyalara götürüyor.
Bu güzellikleri seyrede seyrede köyün içine girdik. Oluklarından tazyikle akan meydan çeşmesinin yanında durdurduk arabayı. Suyu buz gibi… Ellerimizi oluklarına dayayıp, karnımız şişene kadar içtik desem yalan olmaz. Cengiz de öbür musluktan
aynı şekilde içti. Çeşmenin az ilerisinde bir adam elindeki baltayla odun kırıyordu. Uzaktan uzağa: “Selamaleyküm emmi!” diye seslendim. Selamımıza karşılık verdi. Yeniden sesimi topladım, “Emmi, muhtarın evi hangisi?” dedim yüksek sesle. Bir evi gösterdi, o ev diğerlerinin arasında daha belirgin; boyalı, cilalı, üstü çinkoyla kaplıydı. Eyvallah emmi sağol dercesine işaretleştik ve o eve doğru yürüdük.
Köy kapalı köy olunca, gelen giden hemen göze batıyor. Biz eve doğru yönelince merdivenin başında duran kız çocuğu hemen içeriye koştu. Muhtar içerde diye tahmin ettik.
Yukarıya çıkarken, merdivenlerin başında bizi bekleyen şık, güler yüzlü, saçlarını geriye doğru taramış, tam bir bürokrat tipinde biriyle karşılaştık. Gülümseyerek ellerimizi sıktı, elimizdeki fileleri alıp kız çocuğuna uzattı. Daha kim olduğumuzu, kimliğimizi sormadan kızına döndü ve: “Kızım, annene söyle, misafirimiz var; ekmeğin arasında çökelik böreğini yapıversinler” dedi. Kız tam gidiyordu ki: “Ha bir de soğuk suyla buz gibi bir ayran…” diye talimatını yineledi. “Muhtarım bizim açlığımız…” demeden hemen lafı ağzımıza tıktı; “Ev sahibinin işine karışılmaz” dedi, biz de sustuk! Bizi çardakta hazır olan masaya davet etti. “Hoş geldiniz. Haberci, gazeteci desem?” dedi. “Evet” dedik. “Hele bir şeyler atıştıralım, sonra iyice tanışırız” dedi.
Sıcak sıcak börekler, buz gibi ayran ve yanında dalından yeni koparıldığı görüntüsünden belli olan domates söğüşleri. Buradan döneceğiz, aradan yıllar geçecek, ama ne zaman burası aklımıza düşse sıcak börekleri ve soğuk ayranı unutmamız mümkün olmayacak. Hele köylerimizde gördüğümüz sıcak, samimi, misafir Tanrı misafiridir diye sorgulamadan kabullenişler, gün gelecek yalnız hikâye ve romanlarda kalacak belki de.
Karnımız tıka basa doymuştu, ellerimizi yıkadık, kuruladık. Muhtar: “Beyler bahçeye geçelim. Kızım bizim çayımızı bahçeye getir. Dev ceviz ağacının altına geçerken çitleri sarmaşık gülleriyle kaplı daracık yoldan geçtik. Çınar ağacının altında hazır kıta oturaklar, yanı başında bir çeşme vardı. Anladık ki, muhtarın geleni gideni eksik olmuyor.
Muhtar çayları doldurmaya yeltenince hemen Cengiz atıldı ve: “Lütfen muhtarım” dedi. “Peki delikanlı, hadi sen doldur. Gençler yeniden hoş geldiniz. Şimdi tanışma zamanı geldi” dedi.
“Benim adım Murat. Delikanlı da Cengiz” dedim. Memnun oldum dercesine elini böğrüne götürdü.
“Ne iş yapıyorsunuz diye sormayacağım çünkü fotoğraf makinesi, kamerayı görünce haberci olduğunuzu zaten anladım.”
“Aynen Muhtarım.”
“Nereden?” diye sordu, söyleyince, hemen kendine bir çekidüzen verdi. Bir anlam çıkaramadı.
“Hayırdır?” Dedi “Sizin ne işiniz olur dağ başındaki muhtarla?” Biraz huzursuz olur gibi oldu. “Bir yerlerde yanlış yapıp da dillere mi düştük yoksa?” Gözlerini gözüme dikti, merakla söyleyeceklerimi beklediği muhakkaktı.
“Yok be muhtarım, senin öyle yanlış yapacak bir insana benzeyen bir yönün yok ki!” dedim.
“Nedir öyleyse, hadi adamı çatlatman!” diye üsteledi.
“Muhtarım” dedim, “Biz şimdi bir televizyon programı başlattık. Adı da “Adım Adım Adam Arıyoruz…” Onun için çekim, röportaj, daha doğrusu bir program hazırlıyoruz.”
“Peki buldunuz mu bari?”
“Bulduk Muhtarım!”
“Kim o zaman?” diye heyecanla sordu. Cengiz:
“Sîzsiniz Muhtar’ım” dedi.
“Hoppala, ayıkla pirincin taşını! Ulan oğlum benimle ne programı yapacaksınız? Ben size ne söyleyebilirim. Ben kendi halimde köyünde yaşayan, yeri geldiği zaman köyü için koşan bir adamım” dedi. Konuşurken de bazen “oğlum” gibi kelimelerle nadiren de olsa babacan bir tavır takındığı oluyordu.
“Bak muhtarım, biz ilginç hikâyeleri olan, yaşadıkları, gördükleriyle iz bırakan ya da anlatıldığı zaman insanları güldüren veya
düşündüren karakterleri arıyoruz. Sizin de epey hikâyelerinizi duyduk. Duyunca biz de uzun süre güldük. En sonunda dedik, şu muhtarımızı gidip bulalım. Kendinin de rızası olursa iki tanesini şimdilik programa alalım. Sermayeyi tüketmeyelim. Başka hikâyeleri de şehre geldiğin zaman başka bir program yaparak dinleriz. Sizce nasıl olur?” diye sordum. Derinden gelen bir bakış fırlattı gözlerime.
Cebinden bir sigara paketi çıkardı. Bana uzattı, ben aldım. Bir kendi, bir de ben sigaraları yaktık. Geriye doğru yaslandı ve: “Kaydedecek misiniz?” diye sordu. “Evet” dedim. “Cengiz kameraya çekecek” Cengiz kamerasını ayarlayınca, muhtar başladı anlatmaya; anlatırken de aranılan bir insan olmanın mutluluğu gözlerinin parıltısından belli oluyordu:
“Eskiden. Epey eskiden olan bir hadise bu… Öğretmenler sağ mıdır, ölmüş müdür, nerdeler bilemem şimdi. Ama inanın ikisi de pırlanta gibi çocuklar. Çalışkan, azimli, idealist… Çocukların yetişmesi için ellerinden geleni yapıyorlar. Hele o Rizeli olan, şen, şakrak, çocukla çocuk, büyükle büyük… Böyle birisi. Namazını kılar, abdestini alır. Çok kibar bir insan… Hanımı da kendinden kibar, anam bacım olsun.
Bizim bir soya Ali denen hakkaten soya giden bir adamımız var. Adam tam bir baş belası… Güya her şeyi kendi bilir, kendinin aklı herkesten üstün, ilkokul mecburi ya! Kızı okula göndermiyor. Söylüyorlar, birkaç gün gönderiyor sonra yeniden göndermiyor. Bir iki derken bizim Rizeliyle tartışmışlar. Kız çocuğunun okulda ne işi var. Eksik etek, evinde otursun, gibisinden. Öğretmen de: “Bak Ali Abi, ben kızların okumasından yanayım. Bunlar yarın anne olacaklar, çocuk yetiştirecekler. Sen göndermezsen ben jandarmaya haber veririm” demiş. Vay sen misin bunu diyen! Senin hesabına bakarım diye yağmış, gürlemiş.
Öbürü de Konyalı bir öğretmen. O da yeni evli. Aslan gibi. Çalışkan, ama onun pek böyle şakası, esprisi olmaz. Kendi halinde. Onun başka biriyle buna benzer bir hadisesi oluyor. Bir duyduk ki iki öğretmenin de tayini çıkmış. Kışın ortası. Ortalık yağmur.
Eğitimin kızıştığı zamanlar. Bu kışta öğretmenler gitse ne yapar? Çocuklar öğretmensiz kalsa ne yapar? Sizin anlayacağınız, saçma sapan bir durum.
Öğretmene birilerinin yeter ki kafası bozulmasın; hadi yallah! Kendi dört dörtlük, öğretmen günah keçisi ya! Hemen koşarlar siyasetçiye, şu kadar oyum var diye. Oy hesabı çok önemliydi ya o zamanlar! Öğretmenin kilosu kaç kuruş! Bakın bu köy yerinde, bizler bunu yaşıyoruz. Bir yere öğretmen gelse kimse aldırış etmez ama bir komutan ya da ormancı gelse, seksen kişi ayağa kalkar. Niye? Ya kavga edecek ya da orman kesecek. Okul olsa da olur, olmasa da. Bizim eğitime bakış açımız buydu o zamanlar. Öğretmenlikten daha kıymetli meslek var mı? Bunların hammaddesi insan ya!
Bir gün öğretmenler erkenden yanıma geldi. Ağızlarını bıçak açmıyor. Sordum: “Hayırdır öğretmenlerim, okulda olmanız gerekmiyor mu?” Durumu anlattılar. “Sizin işiniz zor! Bu kışta kıyamette nasıl gidersiniz.” Ama ben böyle dedikçe sararıyor, kızarıyor, yutkunup duruyorlar. Hele, o Konyalının zaten sesi sedası yok, zanneden dili boğazına aktı. Rizeli “Muhtarım sen istersen bu işi çözersin” dedi. “Zor” dedim. “Yapılacak bir şey kalmamış.”
Muhtarlar da yarım hükümet. Yani o zaman siyasetçiler çok kıymet veriyor muhtarlara. Muhtar köyün, köylünün eli ayağı. Herkes muhtarla iyi geçinmeye çalışır. Çünkü kavga yapar, koş muhtar, orman keser, koş muhtar. Yol, su, nüfus aklına ne gelirse koş muhtar.
Konyalı: “Ne yapacağız muhtarım?” dedi.
“Bir çaresine bakacağız ama bu size pahalıya patlar” dedim üstüne bastıra bastıra.
“Nasıl yani?” dedi Rizeli.
“Bakın, yüzer liranızı alırım, merkeze beraber gideriz, arabanın yakıtı, yemek paralarımız sizden!” dedim. Aman Yarabbi, bu tayin işi adamların zoruna ne kadar gitmişse hemen yüzer lirayı elime saydılar. Aldım, cüzdana koydum. “Yarın sen hazır ol Rizeli” dedim.
ikisi bir “Allah razı olsun” diyerek elime sarıldılar. Tabi ben yaşça onlardan bayağı büyüğüm. Yüz lira da iyi para o zaman.
Ertesi gün Rizeli’yle düştük yola. Yollar da kış günü kaygan, zor, kısacası bayağı meşakkatli. Vardık şehire. Benim de giyimim, kuşamım, tipimden dolayı senatör derler ya! Adımız Aziz amma senatör diye diye Aziz ismini ben bile unuttum. Biri “Aziz” dese ben de etrafıma bakmaya başladım. Tabi bundan da memnun oluyorum koskoca senatörlere benzetiyorlar diye. Adana kebabımızı yedik, çayımızı içtik. Öğleden sonra çıktık müdürlüğe. Bekleme salonunda bayağı bekleyen var. Bütün sandalyeler dolu, bir sandalye boş. işaret ettim sen otur diye Rizeliye. Yüksek sesle: “Rica ederim Senatörüm, siz lütfen” dedi. Oturmamla kalkmam bir oldu. Sekreter, hemen içeri girdiydi. Ceketini düğmeleyerek: “Senatörüm, sizi bekliyor müdür bey.” Hiç bozuntuya vermedim. Rizeliye sen otur diye işaret ettim.
Müdür bey beni ayakta karşıladı. Hemen zile bastı, iki kahve söyledi. “Siz yeni mi geldiniz Müdür Bey?” diye sordum. “Bir hafta oldu” diye karşılık verdi. Buralı olsa belki beni tanır diye düşündüm. Gerçi bizim milletvekilleri buranın adamını kolay kolay önemli yerlere getirmek istemezler ya nedense. Kahveleri içtik, ordan burdan yüzeysel sohbetler. “Buyrun Efendim” dedi. Dedim ki: “Falan köyden iki öğretmenin tayini çıkmış. Bu kışın ortasında nasıl giderler? Üstelik de bu öğretmenler tam bir kominist. Köyün anasını ağlatmışlar. Köylünün çoğunu komünist yapmışlar, bunlar başka köyü de mi bozsunlar diye gönderiyorsunuz müdür bey? Hadi o köy elden çıkmış…” dedim. “Yaa!” dedi. Zile bastı, yetkili müdür yardımcısını çağırttı ve talimat verdi: “Hemen, falan köydeki öğretmenlerden falan falanın tayinlerini durdurma yazısını geçerli bir gerekçe yazarak, vali beye imza için arz edelim” dedi. Teşekkür ederek müsaade istedim.
Sormadan edemedim: “Peki müdür beyle hiç karşılaştınız mı sonra?” diye sordum.
“Kuzu kesip, köye getirdim. Bu olaya hep güldük” dedi.
“Ya yüzer lira ne oldu?” diye sorunca “Paralarını geri verdim öğretmenlerin. O işin esprisiydi o zaman. Çayları yeniden ısıttırıp getirtmişti muhtar, bu olaya bayağı güldük.
“Peki, muhtarım, şu milletvekili kapısı nasıl oldu?” diye sordum. Cebinden bir sigara paketini çıkardı, ben atik davranıp sigara uzattımsa da beni öksürttürür, diye istemedi.
“Bazen sık sık Ankara’ya gittiğimiz oluyor. Giderken de günün hükmüne göre hediyelerimizi alırız. Derdimizi anlatırız, ağlarız, derken alacağımızı alırız. Bir bölgeyi oranın adamları şekillendirir. Bir köyün, ilçenin, şehrin gelişmesi de oranın yöneticilerinin ufku kadardır. Neyse lafı uzatmayalım, bir nedenden dolayı gittik Ankara’ya. Meclisin milletvekillerinin girdiği kapıdan girmeye kalkmışım. Farkında değilim. Çoğu zaman milletvekilleriyle dışarda buluşup gidiyoruz ya, alışkanlıktandır herhalde. Kapıda bir komiser beni durdurdu: “Kimlik!” dedi. Kimliği verip muhtar olduğumu söyledim. “Sen buradan giremezsin” dedi. “Niye?” dedim. “Bura milletvekillerinin girdiği kapı” dedi. Komiserin gözüne ters ters baktım: “Ben milletin aslıyım” dedim. “Aslı gelirse, vekillerine halt etmek düşer” der demez, komiser kahkahayla gülmeye başladı. “Niye gülüyorsun Komiserim, bir hata mı ettik?” dediğimde gülme krizine tutulmuş komiser, git git dercesine meclisi işaret ediyordu.
*Zekeriya Çakabey, Vişne Reçelini Hiç Sevmem, Kırmızı Leylek Yayınları, İstanbul, 2020
ZEKERİYA ÇAKABEY
1955 yılında Kahramanmaraş’ta doğdu. İlkokul ve ortaokul eğitimini Kahramanmaraş’ta, liseyi Gaziantep’te bitirdi. Yükseköğrenimini Diyarbakır Eğitim Enstitüsü Türkçe bölümünde yaptı. Öğretmen ve yönetici olarak çeşitli okullarda görev yaptı.
Çeşitli tiyatro oyunlarında oyuncu olarak rol aldı. Tiyatro türünde eser yazıp sahneledi. Değişik illerde yazar olarak kitap fuarlarına katıldı.
Kahramanmaraş Edebiyat ve Sanat Derneği yönetim kurulu üyesi olan Zekeriya Çakabey, sanatsal yazılarını Vesselam, Alkış, Kalemden Kaleme gibi sanat/edebiyat dergilerinde yayınladı.
Şiir, tiyatro, deneme ve hikâye türlerinde yazma çalışmaları olan Zekeriya Çakabey, hikâye türünde yoğunlaştı. İlk hikâye kitabını 2020’de Vişne Reçelini Hiç Sevmem adıyla yayınladı. İkinci hikâye kitabı Yalnızlığa Düşen Cemre 2021 yılında yayınlandı.
sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.