KAR*
Celalettin Kurt
Ayazı sertti. Soğuğu köpeklerin kuyruklarını titretecek kadar kaviydi. Yağdı mı kar, evlerin boyu yağar; toprakların üzerinden haftalarca kalkmazdı kar. Kar yağardı karların üstüne; üzerine kar yağardı karların… Kar; bu ilçenin belki de en gökçe, en nadide süsüydü. Birbirlerinin üzerine katlanarak yağan karlar, ayazların sertliğiyle donar; çözülmesi ise, çoğu zaman bahar ayını bulurdu… Ayazı sertti, soğuğu köpeklerin kuyruklarını titretecek kadar kaviydi…
Beyazların armonisinde, beyazlardan şenlikler gelirdi, Elbistan çocuklarının yüreklerine… Ayaz ve soğuk; insanların ta iliklerine kadar işlerdi işlemesine de yine de çocuklar; kendileri kadar saf, kendileri kadar temiz olan kardan bir türlü vazgeçmezlerdi… Kışın orta yerinde burunları, kulakları mor havuçlar kadar morarırdı da sokaklar ortasında oynadıkları kar oyunlarından bir türlü ayrılamazlardı… Kimisi kartopu, kimisi kızak peşinde…
Anneler çağırırdı: “Ahmet, Mehmet; hasta olacaksınız artık eve gelin!” diye de, bu çağırmalar, sanki onların umurlarındaydı! Biraz muziplik, birazcık da işin zevkine erme olsa gerek; kerpiç evlerin merdivenleri çalınır; merdivenlerden kızak kayakları yapılırdı… Merdivenlerin her basamağına bir çocuk oturur; Şardağı’nın yüce sırtlarından başlayan kayak serüveni, pot pot suyunun olduğu mevkiye kadar gelir; merdiven kızaklar zorla durdurulurdu… Tabii bu arada, iki üç yüz metrelik yokuş inişinde, merdivenlerden savrulan savrulana… Düşen çocuklardan bazıları düştüğü yerden kalkar, tekrar “merdiven kızağa” binmeye çalışırlardı; kafaları, gözleri yarılarak…
Bu işi sadece çocuklar mı yapardı; bazen büyüklerin bile geceleri merdiven kızaklarla kaydıkları görülürdü… Geceleri kayma sebepleri, belki ayıplanma duygusundan idi… Ama, çocukluklarını hatırlayarak kar sefasını sürmeleri; geçmişe olan büyük özlemlerin dendi… Büyüğü, küçüğü karla hemhaldı bu ilçede. Kar; bu ilçenin en gökçe, en masum, en temiz süsüydü…
Aradan yıllar geçti, karlar eskisi kadar yağmaz oldu yağmamasına da mevcut yağan karların üzerine, termik santralinin kararmış, grileşmiş külleri tebelleş oldu… Bir de teknolojiyle gelen kömürlü kalorifer bacalarının kara katmanları düşünce karlar üstüne; karın da tadı kalmadı, çeşitli kar oyunlarının da… Günümüzde eskiden olduğu gibi, karlarla hemhâl olan çocuklar da kalmadı, büyükler de… Hem nasıl hemhâl olsunlar ki; bütünleşecekleri karın her zerresinde kanserojen madde artıkları toz dumanken, haydi kar topu oyna; haydi merdiven kızaklarla kayak yap!..
Gün oldu; birkaç çevre dostu çıktı, feryatlar etti! Çocukluğumuzdaki yağan karı isteriz; suyumuzu, çevremizi temiz isteriz diyerek… Yağan aynı kardı kar olmasına da o masum, o saf, o temiz karın yerinde yeller esiyordu. O bembeyaz karlar yerine inen kar taneleri karaydı… Hem de kömürlerin karasından…
Çevre dostlarının bu konuda sözleriyse ne dinlendi ne de çabaları gaile alındı. Hatta, gösterdikleri bu çabadan dolayı onlar; “Donkişotlar yel değirmenlerine saldırıyorlar.” denilerek istihzaya alındı, tehdit edildikleri dâhi görüldü.
Çevre kirliliği, insan sağlığı birileri için o kadar da önemli şeyler değildi! Yeter ki onlar; kaptıkları köşeleri iyi muhafaza etsinler, makam ve mevkilerinden olmasınlardı… Onlar makam ve mevkile- rinden olmadılar, tuttukları köşeleri iyi muhafaza ettiler etmesine de olanlar da ne yazık ki; Elbistan’ın eski bembeyaz karına, insanlarının sağlığına oldu… Kanser vakasına yakalananların sayısı çok hızlı bir şekilde artarken, kanserden ölenlerin sayısı da aynı oranda arttı…
Adına Poyraz derler; poyraz gibi esmez esmemesine de yıllardır tutunduğu bir dalı, soylu bir mücadelesi var, Poyraz Poyrazoğlu’nunL Su der, hava der, çevre der, kar karalaştı der, durur. Katlimize ferman olan katil bacalardan bahseder yılmadan, usanmadan… Çırpınır, didinir Elbistan’ın çevre değerleri üstüne… Yazar, çizer kim duyar kim anlarsa!.
Demeçler verir gazetelere, televizyonlara… Demeçlerinde: “Dev irisi katil bacalar soluklarımızı emiyor, soluk deliklerimiz tükeniyor, sularımız çalınıyor, çevremiz kirleniyor, kanser oluyoruz, bir duyan yok mu eyvah!” feveranları duyulur ettiği lafızlarlardan da onu bir türlü duyan olmaz… Bazen olur, kendi mahalinden çıkar, ulusal basına kadar ulaşır; gazetecilere içini döker: “İlgililere bari siz duyurun sesimizi.” diyerek… Onlar da yazarlar, çizerler de yine de kimsenin gıkı çıkmaz, Elbistan’ın çevre problemlerinden ötürü…
Poyraz’ın poyrazca demeçlerine, çetin mücadelesine rağmen; termik santralinin bacaları yine de filtresiz çalışır; kara katran zehrini kusmaya devam eder. İnsanlar soluksuz kalır, kanser vakaları artar, sebze meyveler bile bu zakkumdan nasibini alır. Velâkin ne bir ilgili duyar edilen feveranları ne de bir çare bulunur. Bölgenin esnafı o kurumun parasıyla ayakta kalıyoruz; çevre insanı oradan ekmek sahibi oluyoruz diyerek duyarsız, umarsız kalırlar. Ekmekler kazanılır kazanılmasına da ya kendi çocuklarının yarınları!.. İşte bu minvalde birtakım değerler unutulur gider ya da insanlarımız; sırf namerde muhtaç olmayalım düşüncesiyle, kendilerinin ve çocuklarının yavaş yavaş ölmelerini dâhi tercih ederler.
Belki, namerde muhtaç olmama düşüncesiyle, kendi zaviyelerinden haklıdırlar. Ne diyelim; onları böyle bir mecburiyette bırakanlar, o tür düşüncelere iterek duyarsız, umarsız kılanlar utansın!…
– Poyraz Poyraz! Havamız nerede arınır? Nerede barınır o eski Elbistan’ımız? imdaaat! imdaaat! Gerçekten ölüyoruz Poyraz! Sesin mi kısıldı Poyraz!.. Hani nerede hançerenin inleyen mağarası? El cevap Poyraz!…
Belki sende usandın; umarsızlığa, duyarsızlığa tahammülün kalmadı. El cevap dediysem de cevap bile vermeyebilirsin, buna hakkın var. Ne de olsa hiçbir zaman eski Elbistan günlerini yaşayamayacağız, yaşatamayacağız bundan böyle! Cevap vermeme hakkı na haiz olarak yine de sorabilir miyim sana! Sence, bir daha yaşar mıyız eskilerde kalan günleri? Haydi, bizden geçtik, çocuklarımız yaşayabilir mi kansersiz, astımsız Elbistan günlerini?
Düşünüyorum da ayazı sertti! Soğuğu köpeklerin kuyruklarını titretecek kadar kaviydi. Ne zaman mı? Bir zamanlar! Yalnız; o kadar saf, o kadar temizdi ki, lapa lapa yağan o eski karlarımız… Bugün, ne o eski karlardan ne de eski Elbistan’dan eser var.
Yavaş yavaş ölüyoruz çünkü!… Ölüyoruz yavaş yavaş değil mi Poyraz!…
*Celalettin Kurt, Sevgiyle Dirilen Hayat, Kurgan Yayınları, Ankara, 2013, s.151-154
CELALETTİN KURT
Celalettin Kurt, 1960 yılında Kahramanmaraş’ın Elbistan ilçesinde doğdu. Yüksek öğrenimini İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsünde tamamlayarak, öğretmenliğe başladı. Anadolu’nun çeşitli yerlerinde öğretmenlik, yöneticilik yaptı ve emekli oldu.
Eserleri; Dolunay, Türk Edebiyatı, Bizim Ocak, Konevi, Güneysu, Millî Eğitim, Yeni Ufuk, Kültür Dünyası, Berceste, Türkiye Çocuk gibi sanat/edebiyat dergilerinde yayınlandı.
Bazı şiirleri çeşitli sanatçılar tarafından bestelendi. Kendi bestelediği şiirleri de yine çeşitli sanatçılar tarafından kaset-albüm çalışmalarında seslendirildi.
Gündönümü, Tebeşir, Şardağı, Uzunçarşı dergilerinin yayın yönetmenliğini yaptı. Türkiye genelinde açılan yarışmalarda on bir Türkiye birinciliği, yedi Türkiye ikinciliği, üç Türkiye üçüncülüğü kazandı.
Kahramanmaraş Edebiyat Sanat Derneğinin faal üyesi olan Celalettin Kurt’un şiirlerinden bazıları bestelendi.
Celalettin Kurt’un; hikâye, deneme, makale, monografi, araştırma türlerinde yayınlanmış kitapları şunlardır:
Elbistanlı Şairler Antolojisi I-II (derleme), Dile Gelen Elbistan (derleme), Gönlünüz Çiçek Tarlası (çocuk şiirleri), Üç Gül Düştü Gönlümüzden (şiir-müşterek), Dünden Bugüne Elbistan (araştırma-müşterek), Çiçekler Artık Solmasın (çocuk şiirleri), Gülnâre (şiir), Adın Kaldı Yüreğimde (şiir), Dibace-i Aşk (şiir), Mavi Kuşun Rüyası (şiir), O Amcalar Umutlarımızı Çaldılar (şiir), Türkülerin Gül Sesi (şiir), Kar Beyaz Ölüm (şiir), Gül Yüzlü Çocuk (çocuk şarkıları), Bu Türküyü Senle Söylemek Vardı (Şiir), Ferahnaz (şiir), İçimden İstanbul Geçen Şiirler (şiir), İki Ses Bir Nefes (şiir-müşterek), Erguvan Gazeli (şiir), Bu Memleket Kara Sevda (makale),Sevgiyle Dirilen Hayat (hikâye)
sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.